Aşkın İnternet hali...
Güneşli havaları sevmez yazarlar. Ter tüketir kelimeler, bronzlaşır harfler. Kapalı, kasvetli havaları severler. Sağanak çocuğudur onlar. İyi havalar iyi gelmez, steril yazarlara. Güneş göz alır, odaklandırmaz satırlara.
Ve bir de şimdilerde hızla tükettiğimiz sevda karelerini düşünün.
Her şey daha önce çekilmiş.
Sahibinden kiralık ilişkilerdeki ikinci el ucuzluğuna yöneliyoruz. Aşk zannediyoruz her kesişmeyi. Hayır o şarkı daha önce bir başka çiftin şarkısı olarak seçildi. Hayır o iltifatlar günü kurtarma çabası. Hayır sen en çok sevilen değilsin.
En zarif hediye çiçekmiş. Hangi tüccar bu hakkı kendinde buluyor? Her çiçeğin bir anlamı varmış. Hadi oradan! Bunca yazarın tek bir anlama indirgeyemediği bir aksesuarı nasıl olur da çiçek toptancısı yapabilir?
Aşkı, hüznü, şiiri daha iyi anlatır olmuş reklamlar. Üstelik peşin fiyatına 12 ay taksitle. 2 ayda erteleme verebiliyor yeni sevgililere.
Gerçek bir aşka kampanya gerekir mi?
Zaman aşımına uğramamalı ritüelleriniz. Klavyeniz ve internetiniz hazır olmalı. Doğum günlerini, evlilik yıldönümlerini herkesten önce sosyal medyada vaftiz etmeniz gerekiyor. Saat 00:00’ı 1 dakika bile geçmemeli. Son gözyaşı döker Akhilleus. Topuğunuza sıkan bir Paris olur sevdiğiniz.
Galiba sevmek için koca bir yürekten çok, iyi bir SEO olunması daha önemli.
Ben bu özel günlere hiçbir zaman değer veremedim. Hep unutmak istedim.
Allah’ım neydi bugün?
Evlilik yıldönümü, ilk buluşma, ilk tutuşma, ilk bakışma, doğum günü, sevgililer günü, dünya kadınlar günü, Bosna Bağımsızlık günü… Ayın kaçı? Daha da elzemi hangi aydayız? Bir kadının yaptırım gücünü böyle günleri unuttuktan sonra daha iyi anlıyorsunuz. Hayır! Hepsi kendi çapında önemli olaylar. Önemsemediğim yok; sadece anlamlandıramadığım ritüellerdi.
Galiba ben çok parantez açamamıştım sevda satırıma. Dört işlemle çözülür zannettim çoğu zaman problemlerimiz. Yanıldım. Ritüellerim eksikti. Ya da abaküsüm..
Halâ da tam olduğunu söyleyemem.
Ve şimdiki aşklaşmalar sallama çay tadında. Rengin içinde tükenen yapay demlenmeler. Hep acele ediyorduk. Hep bir yerlere yetişiyorduk. Kulaklarımızı dış dünyaya kapatmış, ellerimizi dokunmatik telefonun akıllılığına teslim ediyorduk.
Sevmiyorduk. Sevmeyi seviyorduk.
Ve her kesişmeden bir hikâye umuyorduk. Ne bileyim eli öpülesi bir rastlantı; aniden yağan bir yaz yağmuru ve gökkuşağı.
Zaten hangi sevdanın üzerinden gökkuşağı geçse biz onu mutluluk diye resmediyorduk.
Oysa fark edemiyorduk tükenirken, ne çabuk tükettiğimizi. Bilmezdik çünkü önceden tek gecelik aşkları, yaz şarkılarını.
Önem vermiyorduk. Çok çabuk kirletiyorduk zorla temizlediğimiz ilişkileri. Sonra çamaşır suyunda bekletmeyi denedik. Olmadı! Rahatsız olduk kokudan. Yalan söylüyorduk. İşyerinde, evde, sokakta, yan yana…
Yangından ilk kurtarılması gereken kaç tane yalanımız var? Zor durumlarda kaçabileceğimiz kaç acil çıkış kapımız… Biz dürüstlük enstitüsünün ekstern öğrencileriydik. Doğru söylemek gibi bir mecburiyetimiz yoktu.
Nasıl olsa her koyun kendi bacağından asılıyordu ve koyunlar tozpembe yalanlar söyleyebilirdi.
Yalan, dolan, çıkar ilişkisi kaldı elimizde. Gözlerimiz birbirine hasım.
Dürüstlüğe, aşka, hüzne, şiire gerekem önemi veriyoruz ve vicdanımız rahat.
Şimdi rahatsız olan yüreğimiz ki o da zaten sadece bir organ.
Es OR
Hiç yorum yok: